Acı Ekşi
- Zeynep Doruk
- 16 Şub 2020
- 2 dakikada okunur
"İnsanlar alışkanlıklarıyla yaşarlar" derler. Doğru, her bireyin içinde yaşadıkları kültürün benliklerine ister istemez kazıdıkları haricinde, günlük ritüelleri, alışkanlıkları, tutkuları ve pek tabii ki tuhaflıkları var. Kendi dünyamızı yaratırken, bazen bir rengi, bazen bir içeceği, bazen bir programı, bazen bir şarkıyı saplantılı, deli gibi sevmemiz söz konusu.
Bütün bunlar tamam da kendi dünyamızı kurarken bazen de bir insanı o rutinlerin en ortasına yerleştiriveriyoruz. Sanki bütün bu rutinler hep onunla anlamlıymış gibi; sanki O gelmeden, bütün kuralları bir anda fırtınamsı yok ediciliğiyle delip geçmeden bizim kendi dünyamızın içinde hiç bir şeyin anlamlı bir yeri yokmuş gibi. Hele işin içine anılar girince, özellikle de uzun süreli anılar, çoğumuz böyle hissediyoruz. Asıl neden birileriyle elele yürümezsek yolun kendisinin yürünmeye değmeyeceğini düşündüğümüzden mi? Yoksa kendimizle tam barışamadığımızdan mı? Kendimizle vakit geçirmeyi bilmediğimizden mi?
Nefes alıp vermenin yeterli olmadığı zamanlarda nefesimizi kesecek ya da nefes alış verişimizi aniden hızlandıracak biri ya da bir şeye olan bu tutkulu ihtiyacın nedeni ne? “Kayıp Gül” diye bir kitap var, belki okuyanlar vardır. Yazarı Serdar Özkan. Kitabı yıllar önce okuyup bitirmiştim. Şu cümlelerin altını çizmişim:
"Bağlanabilmek için önce bağımsız olmak gerek...Oysa insanların çoğu yeni ilişkilere eski bağlarla geliyorlardı. Geçmişten taşıdıkları ister güvensizlik, ister anlaşılmamak, isterse de çevrelerine ördükleri savunma duvarları olsun, her bağ yeni ilişkiyi özgürce yaşamalarını engelliyordu. Daha önceki ilişkilerinde haksızlığa uğradıkları konusunda belki haklıydılar ama haksızlık edenin karşı taraf değil de bir türlü bırakamadıkları 'geçmişleri' olduğunu göremiyorlardı.”
“…İşte; farklı kayalarda, ayrı ayrı kendine yetebilmeyi gerçekleştirmiş bu iki martı, birbirleri için 'geçmiş'teki yerlerini terk edebilmiş, sıfır seviyesine inerek benlik bağlarından arınmış, böylece bir olarak göğe doğru yükselebilmişlerdi.”
Ne kadar zor bir şey bu ama, değil mi? Yani… Her şeyi geçmişte bırakmak. Sevdiklerimizin üzerimize kazıdığı travmaların üzerine üzerine giderek, onlarla yüzleşerek onlardan arınmak, bunun için bıkmadan usanmadan çeşitli yollar bulmaya kafa yormak, kendini dinlemek, kendinle konuşmak, altın kafesinin sınırlarını zorlamak, yüzleşmeye razı olmak, affetmek, anlamak, serbest bırakmak…
Asıl zor olan belki de içsel özgürlüğün sınırlarının bir başkası tarafından çizilmesine müsaade etmemek. Yalnızlık ve bireyselliğin özündeki nektarın tadı bence acı ekşi ve evet anlıyorum, herkesin damak tadına göre değil.
“Her Şey Aşktan” diye bir şarkım var, sözlerini ben yazmıştım. O şarkıdaki gibi;
Var mısınız yüzleşmeye? Az biraz keşfetmeye? Zamanı gelince özünüze dönmeye?
Çünkü sanırım başka türlü kendimizle yaşamamız mümkün değil.
ZD
Comments