“Mono no aware”
- Zeynep Doruk
- 26 Oca 2020
- 3 dakikada okunur
Geçenlerde, çok saygı duyup değer verdiğim bir arkadaşımla yeni bir şarkı yazdık. Böyle zamanlar insana, en derinlerinde belki kendinden bile gizlediği hisleri keşfetme imkanı veriyor. Teslim olabilirsen ve sana anlatacaklarından korkmayıp gerçekten dinleyebilirsen kalbinin sana diyeceği çok şey oluyor.
Neticede bir baktım kalbimin içinde derin bir hüzün var. Ama sakin bir hüzün, kabullenilmiş bir hüzün. Üzerine koskoca bir hayat inşa edilmiş bir hüzün.
Hayat kurmak kumdan bir şato yapmaya benziyor; sıfırdan başlıyorsun, yavaş yavaş inanılmaz bir emek vererek şekillendirmeye başlıyorsun yaşamını. Minik bir bebekken önce emeklemeyi sonra adım atmayı sonra koşmayı öğreniyorsun, sonra ne zaman hangisini yapman gerektiğini.
Kelimeleri öğreniyorsun, neyin ne anlama geldiğini, sonra onları yan yana koyuyor, cümleler oluşturuyorsun, eğer kafa patlatmaya razıysan ve imkanın varsa gidip başka diller de öğreniyorsun. Hayaller kuruyorsun; nelerden hoşlandığını, neleri iyi yaptığını bulman gerekiyor, bu arada ailen, içinde yaşadığın toplum ve yüzyılın normlarına (en azından bir kısmına) boyun eğmen gerekiyor. Bazen yıllarca durup beklemen gerekiyor, isyan etmeden sabretmeyi öğrenmen.
İçsel olarak büyümeye başlıyorsun. Birilerini seviyorsun, sevgi emek istiyor, zaman istiyor, onu oyalarla işliyor, süslüyor, boyuyor, büyütüyorsun. Arkadaşların ve kardeşlerinden ayıramadığın dostların oluyor, onlar da aynı emekten istiyor, uzlaşmayı öğreniyorsun.
Vefayı öğreniyorsun, kaçınılmaz olarak vefasızlığı. Güveni öğreniyorsun, kaçınılmaz olarak sırtından bıçaklanmayı. Her bir deneyim, pozitif ya da negatif (ki aslında deneyimleri böyle tanımlamayı artık bırakmamız lazım) seni şekillendirmeye devam ediyor.
Sonra bir noktada dalgalar geliyor, yıkıyor kumdan kalelerini. Yeniden yapıyorsun, tekrar bir koca dalganın gelip onu un ufak edeceğini bilerek.
Bedenine bakıyorsun, eğer imkanın varsa vitaminler yutuyor, ilaçlar alıyor, türlü türlü mis kremler; kıymetini biliyorsan antioksidan yiyecekler, şifalı meyveler sebzeler yiyorsun. Bazen en lezzetli ama en zararlı olanlarından… Ki muhtemelen en çok onlardan keyif alıyorsun.
Spor yapıyorsun. Saçlarını boyuyor, kestiriyorsun, yine bir gün aynı şekli alacağını bilerek. Kadınsan, tırnaklarına, bacaklarına, göğüslerine, kollarına, kalçana, göbeğine ayrıca dikkat etmen gerekiyor. Bir manikür-pedikür yaptırmak için bile iki saate yakın zaman harcaman...
Ve bütün bunları yaparken bir gün öleceğini biliyorsun. Severken, şartlar değişirse sonradan canının çok acıyabileceğini... Güvenirken, güveninin boşa çıkabileceğini... Yatırım yaparken, bütün paranı kaybedebileceğini... Evlenirken, boşanabileceğini... Çocukların olursa, onları bir gün kaybedebileceğini... Sağlıklıyken aniden hastalanabileceğini.... Hepsini biliyorsun.
Dalgalar gelip birer birer bütün kalelerini dağıtsa da hepsini yeniden kuruyorsun. Dünyanın en ünlü, en zengin insanı dahi olsan, senden zerre kadar iz kalmayacak bir yüzyıl olacağının da farkındasın. Doğurduğun tüm çocukların ve onların çocuklarının da öleceğini biliyorsun. Emek verdiğin her şeyin teker teker yok olacağını... Yarattığın her şeyin solacağını, yeni aldığın her şeyin eskiyeceğini... Binbir özveriyle ve büyük bir cesaretle kırdığın tüm altın kafeslerine rağmen ruhun bedeninde kaldıkça hiç bir zaman tamamen özgürleşemeyeceğini…
Öyleyse şimdiye odaklanmak belki de en iyisi; "Şu andan daha bariz daha elle tutulur bir şey yoktur ama o yine de elimizden kayıp gider. Hayatın tüm hüznü işte bu gerçekte yatar." der Milan Kundera.
Tibetli budist keşişlerin yaklaşık 2500 yıldır bir gelenekleri var; inanılmaz emek harcayarak, günde ortalama sekiz saat çalışarak, yaklaşık bir haftada, "chack-pur" denilen metal borular aracılığıyla renkli kum tanelerini birer birer akıtarak düşlenemeyecek derecede ayrıntılı, üç boyutlu mandalalar oluşturuyorlar. Mandala tamamlandığında, rahipler hayatın geçiciliğinin ve maddeye karşı duyulmaması gereken bağlılığın sembolu olmak üzere boyamayı belli bir düzen halinde süpürerek yıkım ayini yapıyorlar ve yarattıkları o eşsiz mandalaları sonsuza dek yokediyorlar.
Japon kültürü de bu bahsettiğim kavramla ilgili “Mono no aware” kelimesini bulmuş. Bunu Türkçe’de üç kelimeyle anlatabilmek mümkün değil; “Hayatı olduğu gibi kabul edip, bu kabullenişten tinsel bir gelişime ulaşma amacı” olarak özetleyebiliriz belki. Hoş, bu kadar şey dememize rağmen yine de bu tanım eksik kalır.
‘Şey’lerin geçiciliğini, bu geçiciliğe karşı duyulan hüzne ek olarak içinde bulunduğumuz bu hayat deneyiminin böyle olmasının gerekliliğini ve ne yaparsak yapalım böyle kalacağı gerçeğini kabul etmekten dolayı insanın içine oturan derin bir ağrı bu aslında.
Böyle bir hüzün işte benimkisi… İçinde kabulleniş var, teslimiyet var ama bir türlü sökemediğim o naif sızı da var. Belki de o yüzden gözümün ucunda damlayıp gitmeye her daim hazır gözyaşlarım var.
Böyle bir hüzün işte benimkisi.
ZD
Canım Zeynep Abla gerçekten o kadar doğru ki aslında cin ve japon kültüründe meditasyonda yani, temel öge anda kalmak. Aynı zamanda biz zamanı ne kadar yatay algılasak da zaman düz ve herşey bugünde oluyor. Ne güzel yazmışsın, kalbine sağlık, sesine bereket 💋